Son birkaç haftadır, bütün dünyada olduğu gibi bizde de dikkatler Afganistan üzerinde yoğunlaşmış durumda. Nedeni de, yirmi yıl önce kendisine yöneltilen terörist saldırının “failleri”ni bulup cezalandırmak için Afganistan’a girip, savaştığı Taliban’a yenilip, ülkeyi terk etme zorunda kalan ABD’nin, bu kararını uygulama aşamasında halkın, özellikle çocuklar ve kadınların yaşamak zorunda bırakıldığı yürek yakıcı sahneler!
Unutulan Lübnan
Ancak, günümüzde insanlık dramlarının yaşandığı ülke ve toplumlar Afganistan ile sınırlı değil. Nitekim, Afganistan’ı bugünlere taşıyan siyasi kavgaların başlayıp, ülkenin önce SSCB tarafından on yıl boyunca işgaline, ardından da yirmi yıl süre ile ABD işgaline neden olacak kanlı iç kargaşaların yaşandığı 1970 yılı ortalarında, bir zamanlar Akdeniz’in en huzurlu turizm ülkesi olan Lübnan’da İç Savaş çıkmıştı.
1975-90 arasında, başta hıristiyan Maruniler ve İsrail destekli Falanjistler ile, Şii’lerin desteklediği Hizbullah olmak üzere, ülkedeki çok sayıda diğer etnik, dinci grupların da içinde olduğu iç savaşta 150 bin dolayında insan yaşamını yitirmişti. Osmanlı’nın elinden çıktığı geçen yüzyılın başından bu yana kanlı çatışmalardan bir türlü kurtulamayıp kaçan bu toprakların milyonlarca insanına bir milyon kişi daha eklenmişti.
Komşu ülkeler Suriye ve İsrail’in de, çatışmaların başından beri, birbirlerine düşman grupları desteklediği iç savaş, BM ve Arap Ligi’nin araya girmesiyle 1989’da imzalanan Taif Anlaşması ile sona erdirildi.
Ardından 2.Cumhuriyet Dönemi olarak adlandırılan yeni dönemde, bazı politik reformlarla sosyo-ekonomik altyapıda iyileştirilmeler olmuşsa da, farklı din ve mezheplere bağlı fraksiyonlardan oluşan toplum, tarihin derinliklerinden gelip, kanlı iç savaş ile keskinleşen düşmanlıklar nedeniyle, farklılıklarına karşın birlikte yaşayabildikleri eski günlere bir daha dönemedi.
Taif Anlaşması ile, ülkede yaşayanların, farklılıklarına karşılıklı saygı göstermesi ve sorunları şiddete başvurmadan çözmesi (mutual coexistence) anlayışı ile farklı gruplardan elitlerin güç paylaşımına (consociationalism) dayalı, dengeli bir demokratik sistem oluşturulması öngörülmüşse de, bu yaklaşım pratikte hiçbir zaman karşılık bulmadı.
Özellikle başkent Beyrut, hizipleşme, kargaşa, iltimas, adam kayırmacılık ve rüşvet kenti haline gelmekten bir türlü kurtulamadı. Siyasetçi ve bürokratlar arasında sorumsuzluk ve görevlerine yabancılaşma aldı başını gitti.
Beyrut’ta büyük patlamanın etkileri
Sonuçta, geçen yılın 4 Ağustos günü, Beyrut Limanı’nda, nükleer dışı patlamaların dünyadaki en büyüğü olarak nitelendirilen bir patlama meydana geldi. Patlamada, on beş farklı ülkeden, aralarında çocukların da olduğu 218 kişinin yaşamını yitirdiği, en az 150’sinin sakatlığa mahkum olduğu, 1000’i çocuk 7000 kişinin de yaralandığı anlaşıldı.
Bu korkunç olayın ardından, yine bu sütunda yer alan yazımızın başında Lübnanlı ünlü sanatçı Feyruz’un Beyrut için yaktığı ağıta, sonunda da, yine Lübnan asıllı Fransız trompetçi İbrahim Maalouf’un sözlerine ve müziğine yer vermiştik.
Yıllardır büyük acılar yaşamış bu ülkenin zavallı insanlarının çocukları ve torunlarının aynı kaderi paylaşmasını anlatacak söz bulmak hiç de kolay değil. Nitekim bu facia sonucunda, insan kayıpları yanında konutları oturulamaz hale gelen 80 bini çocuk 300 bin dolayındaki insan barınaksız kaldı. Patlamada, 163 özel ve devlet okulu kullanılamaz, hastanelerin yarıya yakını da işlevsiz hale geldi. Ulaşım, enerji, su ve kanalizasyon sistemleri neredeyse bütünüyle çöktü.
Dünya Bankası’nın hesaplarına göre 5 milyar $ dolayında maddi kayıp ortaya çıktı. Ayrıca, patlama ile amonyum ve azot oksit gibi solunum sistemlerine zararlı gazlarla birlikte, diğer toksik kimyasalların havaya yayılması yanında, ortada kalan 800 bin ton dolayındaki molozun da neden olacağı çevre kirliliğinin temizlenmesinin maliyeti de yaklaşık 100 milyon $ dolayında hesaplandı.
Bu durum, uzun yıllardan bu yana bitmek bilmeyen dini ve etnik iktidar çatışmaları nedeniyle zaten bir hayli yorgun düşmüş 7 milyon nüfuslu Lübnan’ı sosyo-ekonomik olarak tükenme noktasına taşıdı.
2018’de 55 milyar $ dolayında olan GSMH’sı, % 40 oranında daralarak, 2020 yılında 33 milyar $’a düştü. Nitekim, temmuz başında yayınlanan, Dünya Bankası Ekonomik İzleme raporunda, günümüz Lübnan’ının, 19.yüzyılın ortalarından bu yana ortaya çıkmış küresel ekonomik ve finansal krizlerin, en şiddetli ilk 10’u, muhtemelen de ilk 3’ü arasında yer aldığı bildirildi.
Söz konusu raporda, yerli para birimi Lira’nın ABD dolarına karşı % 129 değer kaybetmesinin ardından, 2020’de enflasyonun % 85-90’lara yükseldiğine işaret edilerek, 2021 sonuna doğru GSMH’nın % 10 dolayında daha daralmasının beklendiğine yer verildi.
Halkın % 55’inin “fakirlik sınırı”nın, % 23’ünün de açlık sınırının altında yaşamaya zorlandığı, işsizliğin % 50’lere tırmandığı, temel ihtiyaç maddeleri fiyatlarının % 400 arttığı bu ülke ile, günümüz Afganistan’ı arasında, geçmişin iç savaşlarında ülkedeki fraksiyonların patlayan silahlarının şimdilik suskun olması dışında ciddi bir fark olduğu söylenemez.
Ancak unutulmamalı ki; Afganistan’da kırk yıldan bu yana, önce SSCB, sonra da ABD işgalcilerine karşı patlayan silahlarla binlerce insan öldürülürken, kısa süre öncesine kadar Lübnan’da da uzun iç savaşlarda binlerce kişi yaşamını kaybetti. Ancak şimdilerde yaşam kaybı, patlayan silahlardan değil ama, ülke yönetimlerinin sorumsuzluğu yüzünden ortaya çıkan patlamalar yüzünden insanlar ölüyor, sakat kalanlar acı çekiyor. Geride kalanların çoğu da fakirlikten kırılıyor.
Nitekim, döviz yokluğundan her şeyin karaborsaya düştüğü ülkede, geçen ayın ortalarında, askeri birliklerin Suriye sınırına yakın bir köydeki yakıt deposuna el koyarak halka dağıttığı sırada meydana gelen patlamada 20’den fazla insan yanarak yaşamını yitirdi, 80 kişide de ağır şekilde yanıklar ortaya çıktı.
Çaresizlik, sağlık sisteminde de had safhada! Yıllardır hükümetlerin kamu sağlık kuruluşlarını ihmal ederek özel olanlarını desteklemesinin halka maliyeti, pandemi sırasında çok ağır oldu. Çünkü kamu kuruluşlarının yetersiz olması nedeniyle özellere başvuran sıradan yurttaşlar geri çevrildi. Dünya Bankası’nın 34 milyon $ tahsis ederek oluşturduğu aşı destek programı politikacılar ve onların yakınlarına harcandı.
Ayrıca, %90’ı açlık sınırında yaşatan 1.5 milyon dolayındaki Suriyelinin de yaklaşık 11 yıldır bu ülkede sığınmacı olduğu unutulmamalıdır. Türkiye, Ürdün, Irak vd ülkeler için büyük sorun yaratan bu sığınmacılar konusu, nüfusunun %80’ine yakını yoksullukla boğuşan Lübnan gibi bir ülke için çok daha ağır bir yük olmayı sürdürüyor.
Ülkede hükümet yok!
4 Ağustos Beyrut Limanı’ndaki patlama sonrası başbakan Hassan Diab’ın istifasından sonra, Cumhurbaşkanı Michel Aoun, meclis üyelerinin çoğunluğunun talebi doğrultusunda, geçen yıl ekim ayında, önceki başbakan sünni Saad Hariri’yi yeni hükümeti kurmakla görevlendirdi.
Ancak Hariri, maddi destek için Arap liderler ile yaptığı görüşmelerden eli boş dönüp, kabinesindeki paylaşım için Michel Aoun ile de uzlaşamayınca, görevi aldığı geçen yılın ekim ayından dokuz ay sonra temmuz başında iade etti.
Ardından, hükümeti kurma görevi bu defa işadamı Najib Mukati’ye verildi. Forbes’e göre Mukati yaklaşık 3 milyar $’lık servetiyle Lübnan’ın en zenginlerinden biri. Foreign Policy dergisinden Anchal Vohra’ya göre de, Lübnan’daki yönetici elitler Mikati ile zaman kazanmaya çalışıyorlar.
Nitekim, eski yolsuzluklar döneminin temsilcilerinden biri olarak görülen Mikati’nin başarılı olabileceğine, siyasi elitler ve onların uluslararası destekçilerinden başka inanan bulunmuyor.
Chatham House’un Lübnan Raporu
Hizbullah (Allah’ın Partisi) gibi silahlı gruplar yanında diğer dini grupların siyasete etkisi ve devlet mekanizmasının yolsuzluk üretim merkezi haline gelmesi dahil birçok parametre açısından, Chatham House’un MENA Direktörü Dr.Lina Khatib’in 11 ağustos tarihli raporu, Lübnan’ı anlamak isteyenler için bir hayli önemli bilgiler içeriyor.
Şimdi bu raporda yer alan bazı bilgi ve belirlemelere kısaca ele alalım.
Rüşvet, yolsuzluk, sınırdaş ülkeler olan İsrail, Suriye ve uzaktaki İran’ın körüklediği etnik, dini, mezhebi ayrışmalar ile yaşanan iç çatışmalar Lübnan’ın değişmez karakteristik unsurlarıdır.
Ortadoğu Müslüman ülkelerinde yaygın “bahşiş kültürü”nün, zaman içinde “rüşvet kültürü”ne dönüşerek yaşamın gerçeği haline gelmesi , “cezasızlık kültürü” ile de birleşince, Lübnan’da “yolsuzluk” olağanlaşmıştır.
Ülke yönetimini ele geçiren siyasetçiler, kamu kaynaklarını kazanç kaynağı haline getirmişlerdir. Öyle ki, anayasal zorunluluk olarak farklı dini oryantasyonlu partilerin siyasetçilerinden oluşan hükümetlerde görev alanlar, rüşvet söz konusu olduğunda, ya işbirliği yapmışlar, ya da sistemi korumak adına, rakiplerinin suçlarını görmezden gelmişlerdir.
Lübnan özelinde, farklı partilerden gelen siyasetçilerin temel güdüsü, hükümetin en çok kamu kaynağını kontrol eden bakanlığını ele geçirerek kendi yandaşlarına maddi çıkar sağlamak olmuştur. Böylece kamuda gerçek çalışandan çok, yandaşlar için “hayali” çalışanlar kadroları ihdas edilmiştir.
Uzunca bir süredir ülkenin en ağırlıklı siyasi organizasyonu olan Hizbullah (Allah’ın Partisi) eline geçirdiği Tarım Bakanlığı aracılığı ile patlayıcı üretiminde de kullanılan amonyum nitrat gübresi ithalatını kontrol etmiştir.
Diğer partilere mensup bazı elit siyasetçiler ise enerji sektöründe benzer kontrolları ellerine geçirmişlerdir. Öyle ki bunlar, ekonomik kriz nedeniyle petrol ithalatının azalması karşısında, çoğunun kontrolu ellerinde bulunan petrol istasyonlarından, devlet subvansiyonlu fiyatlarla sadece siyasi ve aile yakınlarına petrol satmaktadırlar.
Bilindiği gibi “din” Lübnan siyasetinin en temel belirleyici unsurlarından biridir. Nitekim, anayasaya göre hükümette temsil, din ve mezhep bazında belirlenmektedir. Öyle olunca da, bu partilerin dış destekçileri Lübnan siyasetinde önemli rollere sahip olmaktadırlar. Mesela Hariri’nin Gelecek Partisi Suudi Arabistan tarafından desteklenmektedir. Hizbullah (Allah’ın Partisi) ise Irak’taki Şii’ler, esas olarak da İran’dan büyük destek almaktadır.
İlginç bir şekilde çıkar söz konusu olunca, Lübnan’daki siyasi partilerin dinler arası ittifaklarına da zaman zaman rastlanmaktadır. Mesela Şii Hizbullah ile Hıristiyan Özgür Vatan Partisi Suriye yönetimini desteklerken, toplumun 1/3’ünü oluşturan Sünniler ile 1/5’inin oluşturduğu Maruni Hristiyan Partileri karşı Suriye yönetimine karşı durmaktadır,
Sonu gelmeyen sosyo-ekonomik kriz halkın ayaklanmasına yol açabilir,
Arabcenterdc.org’da Imad K. Harb geçen ayın 25’inde yayınlanan “Lübnan Kendi Hazırladığı Geleceğe Doğru bir İç Savaş ile Karşı Karşıya” adlı makalesinde; uzunca bir süredir Lübnan’ı saran sosyo-ekonomik-politik krizin, günümüzde, ülkenin geçmiş 100 yıllık tarihinde görülmemiş boyutlara tırmandığını ifade etmiştir.
Harb’e göre, “son bir yıldan uzun süredir yaşanan sosyo-ekonomik çöküş toplumun tamamına yakınını etkiledi ve etkilemeye devam ediyor. Farklı inanç gruplarından siyasete ve yönetim kademelerine hakim olanlar, finans ve ticaret kesimi ile işbirliği içinde yaptıkları kayırmacılık ve yolsuzluklar ile bu çöküşün baş sorumlularıdır. Geçmişteki iç savaştan alınan derslerle şu ana kadar fraksiyonlar arası genel bir şiddete dönüşmeyen süreç, artık “bıçağın halkın kemiğine dayandığı” aşamaya geldiği için, hangi kesimden olursa olsun, ezilmişlerin siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranlara karşı bir şiddet patlamasına dönüşebilir.”
Sonuç
Lübnan siyasetinin içine adeta yerleşen yolsuzluğun nerdeyse ülkenin karakteristik bir olgusu olduğu anlaşılmaktadır. Nesnel çerçevede bakıldığında, siyasi sistem ne kadar ölümcül düzeyde hastalıklı da olsa, dinsel ayrımlara dayalı güç ve yolsuzlukların korunması açısından siyasetçilere önemli fırsatlar sağlamaktadır.
Ancak şimdilik her ne kadar zor bir mücadele gibi görünse de, bu dini, mezhebi ve etnik ayrışmalara karşı hareket eden bir grubun son zamanlarda etkin bir şekilde organize olmaya başladığını da gözden uzak tutmamak gerekir. Nitekim, çoğunlukla eğitimli, meslek sahibi gençlerin oluşturduğu yeni grupların koalisyonunun, geçen haziran ayında yapılan Mühendis ve Mimarlar Birliği seçimini kazanmış olması umut verici bir göstergedir. Çünkü bu örgüt, şimdiye değin hep elit zenginlerin elinden bir türlü kurtarılamamıştır.
Kesin olan şudur: Onlarca yıldır yarattıkları yolsuzluklar içinde siyaseti zenginleşme aracı olarak kullanarak adeta “siyaset lordları” haline gelen elitlerden kurtulmadıkça Lübnan’ın yaşadığı krizlerden kurtulması mümkün değildir.
Sonuç olarak, Lübnan’ı bu ölümcül süreçten kurtaracak öncü kuvvetler, başta ülkenin iyi yetişmiş meslek sahibi gençleri olmak üzere, arkaik din ve mezhep ayrılıklarına son vermek zorunda olan Lübnan halkıdır.
Not: 21. 8. 2020 tarihli ACI, KAN VE GÖZYAŞI KENTİ BEYRUT başlıklı yazımızı aşağıdaki paylaşımla noktalamıştık. Lübnan’da koşullar değişmediğine göre bunu bir kez daha yinelemekte sakınca görmüyoruz:
Şimdi Lübnan asıllı Fransız trompetçi İbrahim Maalouf ‘un önce sözlerine sonra müziğine kulak verelim.
“1998 senesiydi. 18 yaşındaydım o yıl ve kulağımda Led Zeppelin şarkılarıyla Lübnan‟da, Beyrut sokaklarında dolaşıyordum. Bir an kendimi müziğe kaptırmıştım, gözlerimi kapadım. Açtığımda karşımda gördüğüm manzara işte bu şarkıyı yazmama neden oldu. Size ne gördüğümü anlatmayacağım ama hayatımdaki her şey bu parçayı yapmamla değişti.”
Bu hikâyeyi yeni albümü “Illusion” için düzenlenen konser için Türkiye‟ye gelen ünlü yazar Amin Maalouf‟un yeğeni Lübnan asıllı Fransız trompetçi İbrahim Maalouf dinleyicileriyle, bizimle paylaştı. Savaş sonrası yıkılan şehri görmenin üzüntüsüyle yazılmış “ Beirut” isimli parçasının hikâyesiydi bu. Savaşın izlerini her bir parçasında saklayan bu şehrin insanından yazılmış, yapılmış, çalınmış en gerçekçi parçalardan biri bu. Her bir saniyesinde iliklerine kadar hüznü yaşayan, yaşattıran bir şarkı..
Kaynak : www.yurtseverlik.com