Ortak Akıl Politika Geliştirme

Askıda Hayatlar- Ferhan Şaylıman

Ne çabuk alıştık dayatılan koşullara farkında mısınız?

Askıda simit, askıda ekmek derken askıda hayatların yaşam biçimine dönüştüğü bir düzenin tam ortasındayız şu anda.

Askıya çıkmış torbalardaki simit ve ekmeklerin ülkedeki yoksulluğun ve açlığın hangi noktalara ulaştığını göstermesi açısından taşıdığı önem kuşkusuz tartışma götürmez. Peki yoksullaşan yalnızca mutfaklar ve binbir güçlükle kurulan sofralar mı?

Ya gündelik yaşamda kendimizi daha insan hissetmemizi sağlayan ama varlığını unuttuğumuz alışkanlıklarımız? Biraz dikkatle bakınca torbaya doldurulanların yalnızca simit ve ekmekler olmadığını, bizi biz yapan değerlerimizin de onlarla beraber bir poşete tıkıldığını içimiz sızlayarak fark ediyoruz. Göremediğimiz, adını koyamadığımız gerçek işte bu:

Askıda hayatlar!

Büyük vazgeçişlerin yaşandığı, herkesin çaresizlikten kendi gettosuna kapandığı şu günlerde unuttuklarımızı beraberce anımsayalım mı? Çünkü kendimizi daha insan hissetmemizi sağlayan bu ayrıntılarla yollarımızın ayrıldığı günden bu yana derin bir boşluktayız ve mutsuzuz. Toplumda kendileri gibi düşünmeyenleri ‘’sürtük’’ diye tanımlayan iktidardaki yapının yıllardır uyguladığı ötekileştirme politikalarının, aşağılama dilinin bir sınırı olabileceğine ilişkin umut kırıntılarımızı o yol ayrımında bıraktığımızda hepimiz farklı bir hikayenin içinde bulduk kendimizi.

Hikayelere, toplumu kuşatan kokuşmanın hemen göze batan dayanaklarından biri olan kültürel yaşamdaki yozlaşmayla başlayalım isterseniz. Askıdaki hayatların en önemli vazgeçişleri bu alanda hissettirdi kendini. Vazgeçerken kabullenmek ve boyun eğmekti tek yapabildiğimiz.

Peki burada çark nasıl işliyordu?

Çark, yoksulluğun bir kader olduğu savından hareketle, bu düşünceyi siyasi platformlarda yüksek sesle savunanların iktidarın sunduğu olanaklarla zenginleştiği, zenginleşenlerin çoğu zaman inanmakta zorlandığımız sığlıklarını ülkenin geneline yaydıkları bir düzlemde azgınlaşarak döndü durdu. Bunlar nasıl kazanıldığı belirsiz, akla hayale sığmayan ekonomik güçlerine rağmen kültürel alanda kendi edebiyatlarını, müziklerini, sinemalarını yaratmayı başaramasalar da, yaratılanlara zarar vermeyi doğrusu iyi becerdiler. Örneğin her şeyin alınıp satılabildiği, her şeyin parasal karşılığının olduğu bir süreçte edebiyatın bundan payını almaması mümkün müydü? Adı sanı duyulmuş, piyasada yer edinmiş en büyüklerinden, ekonomik krizin de etkisiyle ayakta zor duranlarına kadar yayınevlerinin içine düştüğü durum, edebiyatımızın nasıl ve niçin yozlaştığının somut göstergesidir.

Yayınevlerine basılsın diye yollanan dosyaların içeriklerinin çok da önem taşımadığı, onun yerine kaça basılacağının, karşı tarafa ne kadar bütçe çıkarılacağının tartışıldığı ve bunun da doğal kabul edildiği bir dönemdeyiz artık. Cebine parayı koyanın ekonomik gücüne güvenerek yayınevinin kapısına dayanmasına, hiç utanmadan roman, öykü, şiir diye sunulan paçavra niteliğindeki dosyaların editörler tarafından nasıl ‘’adam edildiğine’’, ‘’yontulup biçildiğine’’ ve kısmen de olsa okunur hale geldiğine tanıklık etmişliğim var. Arsızlığın bununla bitmediğini, parasına güvenen ‘’yazar’’ımızın kitap satış noktalarında paçavralarına en görünür yerlerden raf satın aldığını, yine aynı yöntemle ‘’eserini’’ camekânlara dizilmiş ‘’ayın kitapları’’ bölümüne soktuğunu, yayınevinin organizasyonuyla oraya niçin geldiğini bilmeyen birkaç kişi için imza günü düzenlediğini, gazetelerin sanat sayfalarında ince ince eleştiriler yazdırıldığını ve nihayet ödül bile alındığını söyleyerek noktalayalım bu utanç veren döngüyü.

Parayla kitap basan yayınevlerinin tanımlamakta aciz kaldığım bu işleyişten ‘’ekonomik kriz vız gelir’’ dercesine iyi paralar kazandıklarına kuşkum yok.

Ya onlar kazanırken kaybeden edebiyatımız?

Söz konusu yöntemlerle kitap bastıranların sosyal medyada ellerinde salladıkları kitaplarla çıkan fotoğraflarını gördükçe şimdilik yazmaktan vazgeçtim. İşte bu da benim vazgeçişim. Edebiyat adına utanç duyduğum suçlara ortak olmayı reddediyorum. Elimde biri yarım kalmış diğerleri taslak halinde bekleyen roman dosyalarını parayla kitap basan ‘’ticarethanelere’’ rehin bırakmaktansa içime kapanmayı, hayatımı askıda sürdürmeyi tercih ediyorum.

Ama askıda hayatların başka hikayeleri de var.

Tatile çıkmayı, sevdiklerinizle beraber dışarıda bir mekanda yemek yemeyi, sinemaya, tiyatroya ya da konsere gitmeyi, çocuğunuza karne hediyesi almayı, giyime kuşama para ayırmayı hâlâ düşünebiliyor musunuz? Düşünseniz de her defasında boğazınızda bir şeylerin düğümlendiğini biliyorum. Yutkunmakta zorlandığınız boğum boğum düğümler. Bunların hepsinden vazgeçtikçe geriye kalan özlemler. Askıdaki hayatların bugünlerde en çok yaptığı şey, özlemek. Çok büyük harcamalara gereksinme duymadan yapılan eski tatillerin özlemi. Sıcak yaz akşamlarında ya da lapa lapa kar yağan soğuk kış günlerinde eşinizle, sevgilinizle gittiğiniz mekanlarda iki tek atıp neşelendiğiniz saatler. Şimdilerde buralara gidenlerden intikam alırcasına bir biranın fiyatını otuz liraya çıkaranların ‘’Alkol ve sigarada vergiyi devamlı artırıyoruz fakat hayret. Aç sefil geziyor ama rakıyı, birayı almaktan geri durmuyor.’’ diye öğünerek yaptıkları açıklamalar. Kişilerin özel yaşamına insanın kanını donduran yöntemlerle müdahaleyi hak belleyen bir anlayışın benzer yaklaşımları karşısında duyulan öfke. Üniversitelerin Gezi Direnişi’nin dokuzuncu yılana denk düşen bahar şenliklerinde kamu düzenini korumayı gerekçe göstererek iptal edilen konserler. Üniversite kampuslarında yemyeşil çimlere sevgilileriyle uzanmış beğendikleri toplulukları dinlemeye hazırlanan gençlerin uğradığı hayal kırıklığı.

En çok da onların hikayelerinden etkilendim bu aralar.

Ceberutların dayatmaları karşısında hayatlarımızda birçok şeyden vazgeçtik.

Sonuçta her vazgeçiş içinde küçük de olsa ona yeniden kavuşma ihtimalini taşır.

Peki yitip giden zaman?

Gençlerin bir daha ulaşılması mümkün olmayan yaşam enerjilerini acımasızca emip tüketenlerin işledikleri suçun karşılığı ceza kitaplarına sığmaz. Üniversiteleri ekonomik krizin yumruğuyla döve döve dümdüz eden, bilim yuvası olması gereken yerleri cemaatlerin, tarikatların çiftliğine çeviren, yaşanan yıkımlardan geriye sevgisizliği, umutsuzluğu, yalnızlığı, gelecek korkusunu bırakanlar askıdaki hayatlarda en büyük darbeyi oralara vurdular.

Keşke üzerinde hafif dokunuşlarla yürüdüğümüz bu vazgeçişlerimizin anlatıldığı hikayelere derinlemesine dalabilecek cesareti gösterseydik. Gelecek kuşaklara tanık sıfatıyla bırakacağımız anılarımızı, bilgilerimizi, gözlemlerimizi tek tek yazıya dökebilseydik. Sonuç olarak gündelik yaşamı ayakta tutan isimsiz kahramanların kalıcı bir iz bırakmadan yaşam sahnesinden böyle sessiz sedasız çekip gitmelerine de yanıyorum.

Askıda hayatlar ve vazgeçişler.

Anlatmaya, gerçekten derinlere inmeye sözcüklerimiz yeter miydi acaba?

 

 

Kaynak:www.yurtseverlik.com

Ortak Akıl Politika Geliştirme

Sosyal Medya

Bizi takip edin, birlikte daha güçlüyüz...