Bedelini acımasızca öldürülen çocukların, kadınların, gençlerin, tüm halkın ödediği Ukrayna’daki kanlı savaşın, ABD ile Rusya halkları arasında değil, doğrudan ABD’nin Pentagonu ile Rusya’nın Putin’i arasında, yıllardır gündeme gelmesi beklenen bir savaş olduğuna vurgu yapalım. Üstelik aynı amaçlar doğrultusunda. Nasıl mı?
Yazıya Pentagon ile başlayalım!
ABD emperyalizminin kirli araçlarının en başında gelen bu askeri örgüt, ülkesinde “Establishment” olarak adlandırılan yönetim aparatının temelini oluşturmaktadır. Ülkenin başkanlığına ister Cumhuriyetçi’lerden, ister Demokratlar’dan, kim gelirse gelsin, bu örgüt, her başkanı hızla etkisi altına alır ve kirli amaçları doğrultusunda yönlendirir.
Ülkenin Askeri Endüstriyel Kompleks adı verilen savaş silahı üreticileri kartelinin, koruyucu ve kollayıcısı da bu örgüttür. 2.Dünya Savaşı sonrası ABD’yi savaşlara sürükleyerek, kendi askerleri dahil olmak üzere, müdahale ettikleri ülkelerde milyonlarca insanın kanının dökülmesinin sorumlusu da bu örgüttür.
Bu örgüt hakkında, en gerçekçi anekdotlardan biri, başkan yardımcılığını üstlendiği Obama’ya, Biden’ın; “Bak Patron, ben son on yıldır buralardayım, sana ilk önerim bu omzu kalabalıklara sakın yakanı kaptırma; yoksa seni ve ülkeyi nereye taşıyacakları belli olmaz” sözlerinde ortaya konmuştur.
Gerçekten de, Biden seçildiğinde, onun bu sözlerini hatırlatan bazı yorumcular, başkanın Pentagon ile ilişkilerinde bir hayli dikkatli olacağını tahmin ettiklerini ifade etmişlerdi. Ama Ukrayna’ya Rus saldırısı üzerine, Biden’ın şahin edalı sözlerine bakılınca, göreve gelişinin birinci yılının sonunda, onun da Establishment’a teslim olmaktan kurtulamadığı açıkça ortaya çıkmış oldu.
Doğrudan ilişkili olmasa da, ABD’lilerin çoğunluğunun şahinlere destek vermekte duraksamamasının ardında bir başka önemli oluşumdan, yeri gelmişken söz etmek gerekir. O da, ABD’nin kovboyluk dönemlerinde, 1871’de NewYork’ta kurulmuş, NRA (Ulusal Tüfek Birliği) adındaki örgüttür. Bu örgütün günümüzde, avcılar, atıcılar, tabanca üreticileri, koleksiyoncuları, polisler, yani “silah severlerden” oluşan beş milyonun üzerinde üyesi bulunmaktadır.
Ülke içinde işlenen cinayetler nedeniyle, bu örgütün faaliyetlerine son verilmesini talep eden kesimler ne yazık ki, azınlıkta kalmaktadır. Çünkü bu örgüt, başta Cumhuriyetçi’ler olmak üzere toplumun büyük bölümü tarafından desteklenmektedir. Bu gerçeklik de, sadece dış ülkelere değil, kendi insanlarına bile yaklaşımlarında, ABD’lilerin yaşam paradigmalarını kavramak açısından dikkat çekicidir.
Bir de Rusya’ya bakalım!
SSCB’nin 1990’ların başında çökmesinin ardından Rusya Federasyonu adını alan ülkede iktidarı eline geçiren Yeltsin’in, yaklaşık on yıl süren iktidarı tam bir karışıklığa sahne oldu. Kamu kaynaklarının, oligark adı verilen iktidara yakın soyguncularca talan edilmesine göz yumulması, yüksek enflasyon nedeniyle halkın son derece kötü koşullarda yaşamak zorunda bırakılması, başta Çeçenler olmak üzere, otonomi tanınan bazı Müslüman unsurların yarattığı terör, halkı canından bezdirdi.
Yeltsin, görev döneminin sonunda, o tarihe kadar FSB (Federal Güvenlik Servisi) biriminin başında bulunan eski KGB ajanı Putin’i başbakanlığa getirdi. 1999’da Yeltsin’in istifasının ardından başkanlığı deruhte etmeye başlayan Putin’in ilk işi, Yeltsin’e görevi boyunca yaptığı işlerden dolayı dokunulmazlık sağlayan kararnameyi yayımlamak oldu.
Ardından girdiği seçimi kazanarak, öncesinde yaptığı hazırlıklarla kurduğu baskıcı rejim ve kirli siyasi oyunlarıyla 22 yıldır ülkesinin başında kalmayı başaran Putin, Ukrayna’ya son saldırısı ile, otuz yıl önce sonra eren Soğuk Savaş’ı hortlatarak, Pentagon’un da beklentileri doğrultusunda, dünyanın Soğuk Savaş 2.0 sürecine girmesini sağladı.
Bazı yorumcular yanında, bizim de, Putin’i “Yeni Çar” olarak adlandırmamız, bazı okurlara tuhaf gelebilir ama ülkesinin anayasasında yaptırdığı değişiklikle iktidarını 2036’ya kadar sürdürmeyi garanti altına aldığı düşünülürse, kendisinin bu unvanla anılması hiç de yersiz olmayacaktır.
Ayrıca bu gidişle 18.yüzyılın ünlü Çariçesi Katerina’dan iki yıl daha uzun süre ülkesinin başında kalarak, 16.yüzyılda elli yıl hüküm sürmüş Çar Korkunç İvan’ın ardından da, en uzun süreli Çarlar sıralamasında ikinciliği eline geçirmiş olacaktır.
Halbuki….
Halbuki, yaklaşık kırk yıl önce ABD ile SSCB arasındaki gerginliğin bir hayli tırmandığı bir aşamanın ertesinde, 1985 mart ayında SSCB Genel Sekreterliği görevine başlayan Gorbaçov ile dönemin ABD Başkanı Reagan, iki blok arasında gerginleşen durumu görüşmek üzere İsviçre’nin Cenevre kentinde buluşmuşlardı.
Heyetler arası uzun toplantılar sürerken, bir ara iki lider kısa bir yürüyüşe çıktılar. Bu yürüyüş sırasında, bilim kurgu meraklısı eski aktör Reagan, Gorbaçov’a; “düşünelim ki ABD, uzaydan gelenlerin ani bir saldırısına uğradı; bize yardım eder misin?” sorusunu yöneltti. Bu ilginç soruya Gorbaçov, “kuşkusuz” şeklinde yanıt verince, Reagan; “Ben de!” deyince, Gorbaçov’un dilinden “çok ilginç” sözleri duyuldu ve iki lider karşılıklı uzun uzun gülüştüler.
O günlerde bu hoş anekdot, Soğuk Savaş 1.0’ın sona ereceğinin ipucu olarak algılandı. Çünkü iki blok arasında onlarca yıldır süren güvensizlik, yerini iki lider arasında kaygısızlığa bırakmakla kalmamış, iki lider arasında karşılıklı derin bir dostluğun başlamasına neden olmuştu.
İki lider arasındaki bu sıcak ilişkinin doğurduğu uyum, izleyen yıllarda Reagan’ın SSCB’ye karşı retoriğinin yumuşamasına; Gorbaçov’un da, Kremlin’deki sertlik yanlılarının yüksek askeri bütçe taleplerini dikkate almamasına neden oldu.
Oldu ama!
Sonra neler olduğunu hatırlayalım!
Rusya, yukarıda kısaca değindiğimiz nedenlerle süper güç olmaktan çıktı, karışıklıklara sürüklendi. Freni boşalan Pentagon emperyalizmi tek süper güç olarak küresel sahnenin yegane aktörü oldu.
Reagan’dan sonra 1989’da Baba Bush’un ABD başkanı olmasının ardından, 1990 ağustosunda Saddam’ın Kuveyt’i işgalini adeta tahrik eden Pentagon, BM’ye aldırttığı kararla 37 ülkeyi de peşine takarak Çöl Fırtınası adlı bir askeri harekat ile Irak’ı Kuveyt’den çıkardı ve bu ülkeye karşı ambargo kararları aldırdı.
Öncesinde, 1980’ler boyunca süren İran-Irak savaşında, Irak’a verdiği destekle, bölgede İsrail’i tehdit eden güçlerden İran’ı saf dışı ettikten sonra, bu defa da Irak’ı etkisiz hale getirmiş oldu. Bu harekatla iyice istikrarsızlaştırlan Irak, 12 yıl sonra 2003 harekatıyla kolayca işgal işgal edildi.
Sonuçta 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı, 1991 Birinci Körfez Harekatı ve 2003 Irak işgali milyonlarca İranlı ve Iraklının yaşamlarına mal oldu.
Pentagon yetinmedi!
El Kaide terör örgütü tarafından başta NewYork’daki Dünya Ticaret Merkezi olmak üzere Pentagon’a da yapılan, ancak gizemini hala koruyan saldırılar bahane edilerek, Ortadoğu’nun 22 ülkesinde haritaları değiştirmek üzere tasarlanan BOP “Büyük Ortadoğu Projesi”nin ilk ayağı Arap Baharı ile, Tunus, Mısır, Libya gibi ülkelerde çıkarılan iç savaşlarla hükümetler düşürüldü.
2011’de Suriye’de başlayan iç savaş ile Esad’ın yıpratılıp, İsrail’e tehdit olmaktan çıkarılması yanında, İsrail’in tam güvenliğini sağlamak için, Suriye ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti oluşturma projesi devreye sokuldu.
Tam da burada bir “halbuki” daha diyerek günümüze dönelim!
Halbuki, Reagan’ın 1985’de Gorbaçov’a sorduğu fantastik sorudaki UFO saldırıları gerçekleşmedi ama, bütün insanlık, uzun yıllardır beklenen virüs salgını yanında, küresel iklim değişikliği tehdidi ile karşı karşıya kaldı.
Orta ve uzun vadede, dünya nüfusunun büyük varlık sahibi çok az sayıdaki kesiminin etkilenmeyeceği, ama büyük güçsüz bölümünün yaşamını tehdit eden bu olgularla ortaklaşa baş etmek yerine, insanlık, Pentagon ve Putin eliyle, ne yazık ki, Soğuk Savaş 2.0 ile karşı karşıya bırakıldı.
Sonuç
Putin’in Ukrayna’ya saldırısı ile ne kadar süreceği belirsiz, Soğuk Savaş 2.0 olarak adlandırılabilecek yeni bir uluslararası sürece girilerek, ilkinde olduğu gibi, hem Pentagon’un, hem de Putin’in, Askeri Endüstriyel Komplekslerinin yıllarca üç vardiya çalışmalarının önü yeniden açılmıştır.
Ancak Pentagon ve Putin’in, bütün bu süreçte Çin olgusunu hesaba katarken, ne düşündükleri henüz bilinmiyor ama Çin’in lideri Xi Jinping’in, iki şahin tarafından başlatılan bu kanlı süreç karşısında şimdilik temkinli davrandığını söylemek mümkündür.
Biden’ın, bir yıl önce göreve başlarken, dünyada yeni dönemin, “barış ve otokrasinin mücadele dönemi” olacağı şeklindeki vurgusunun, Putin’in Ukrayna’ya saldırısı ile hangi yöne evrilebileceğinde, dünyanın ikinci süper gücü haline gelmiş Çin’in liderliğinin çok önemli rolü olacağını söylemek gerekir.
Bize gelince; son yirmi yıldır Abdülhamit’in, dış güçleri birbirine düşürerek imparatorluğu yönetme modeli üzerine kurulmuş ümmetçi siyasetini, “Osmanlı’cı Hilafet” rüyasının aracı haline getirme sevdasındaki iktidar liderliği, ülkeyi sosyo-ekonomik-kültürel açıdan büyük bir açmaza sürüklemiş bulunmaktadır.
Bu süreçte, “savunma sanayii” adı altında, Arap sermayesi ve başta İngiltere olmak üzere batılı teknoloji sağlayıcılarla kurduğu ortaklıklarla ABD/İngiltere blokuna meylettiği izlenimi veren günün iktidarının, yıllardır Putin ile kurduğu derin ilişkileri nasıl yönlendireceği merak konusudur.
Son söz olarak; Ukrayna’ya saldırısı sürecinde, bir ara iyice kontrolden çıkıp nükleer silahlarını yüksek alarm durumuna geçirme emri verdiğini beyan ederek, Kuzey Kore’nin hastalıklı zihin sahibi diktatör Kim Jong-Un’dan farklı olmadığı açığa çıkan Putin’in iktidarını fazla sürdüremeyeceğini söylemek kehanet sayılmamalı.
Son Çar Putin ve çoğu eski KGB ajanı şürekasının ardından, dünyanın, iki süper güç, ABD ve ÇİN çevresinde bloklaşma ile ayrışacağını, Rusya batısının Avrupa’daki yeni oluşumun, doğusunun ise Doğu Asya’da Çin liderliğinde ortaya çıkacak yeni oluşumun nüfuz alanlarına gireceklerini düşünmek hiç de abartılı bir yaklaşım olmasa gerek.
Ancak bu durumun, geçen yüzyılın önemli düşünürlerinden Herbert Marcuse’ün, 1962’de iktisatçı Paul Baran’a yazdığı mektubunda, “tarihin kurbanlarını kimsenin umursamadığı” sözleri doğrultusunda, Soğuk Savaş 2.0’ın da, kim bilir kimlerin kurban edilmesine yol açacağını da akıldan çıkarmamak gerekir.
Ne yazık ki; insanlığa karşı bu tür “suçların” işlenmesine, “felsefi çözümlemeler” ile karşı çıkıp, insanlığı aydınlatacak Marcuse gibi düşünürlerden mahrum olunmasının ise, bu aşamada insanlığın en büyük talihsizliği olduğunu kaydetmek isterim.
Kaynak:www.yurtseverlik.com